31 Mart 2010 Çarşamba

Sezon Finali


Oldu! Sonunda bu da oldu! Çarpık kentleşmeden doğan görüntü kirliliği, toplu taşıma araçlarında aşırı kalabalığın yanı sıra, kısa mesafe için harcanan bir buçuk saatler. Trafik, gürültü, bitmeyen yol çalışmaları, yaya önceliği kuralına uymayan şoförler, insanların azalan saygısı, yok olan hoşgörü, iş, okul, stres ve büyük şehir. Hah! Büyükşehir çalışıyor(muş). Bu mu çalışma! Koşulları iyileştirmek adına çalışılır, zorlaştırmak için değil… İşte! Budur; birkaç gün beni alıp buralardan uzaklara götüren.
Ne mi oldu? Dinlemek istersen anlatayım! Yorucu bir günün akşamında annem ailecek hep birlikte vakit geçirmemiz için eve çağırdı. Bıkkınlığımı ve yorgunluğumu, evime gitmek istediğimi dile getirmeden, başladığı ısrarlar sonucu ikna oldum. Gittiğimde; güzel ama durgun geçirdiğim vakitlerin içindeyken annem odaya girdi. O an elim çenemde dalmışım, dinleniyorum. Annem “Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesindeki o Düşünen Adam Heykeli gibi görünüyorsun” dedi ve kahkahalar apartmanın koridorlarında yankılandı.
İşte o an anladım. Auguste Rodin’in Paris'te, Rodin Müzesi’nde bulunan mermer ve bronz karışımından yapılmış, Düşünen Adam Heykeli’ne benzemişim. Demek ki; gitmek zamanı gelmiş. Girdim bir hava yolu şirketine. Uzaklara, çok uzaklara bilet aldım. Bir bana, bir kız arkadaşıma. Birkaç hafta sonra bulutların üzerinden yazarım size…

28 Mart 2010 Pazar

Karşı Komşum Bir Çinli!


Yabancısı olduğum yerleri görmeyi, bambaşka kültürleri tanımayı, farklı yöreler hakkında efsane ve inanışları araştırmayı, öğrenmeyi, kısaca bilgi edinmeyi seviyorum…
Geçtiğimiz sene kız arkadaşımla yaptığım tatil dönüşü, annem telefon etmiş ve beni eve, yemeğe çağırmıştı. Onu ilk kez bozuk asansör yüzünden üç kat çıkmakta olduğum merdiven basamaklarının bitiminde, nefes nefese kalmamla sövmem arasında geçen süre zarfı içerisinde, annemle konuşurken görmüştüm. O bir Çinli idi. Orta yaşlarda, esmer, evli ve iki çocuğu olduğunu öğrendiğim bu kadın, bizim karşı komşumuzmuş.
Çinlileri bilirim. Oldukça disiplinli, geleneklerine bağlı, saygılı insanlardır. Komşularımız Amerika’dan gelmişler ve uzun süredir burada çalışıyorlarmış. Türkçe bilmekle birlikte evde veya kendi aralarında İngilizce konuştuklarını da belirttikten sonra, bir şeyden bahsetmek isterim:
Küçük kardeşim özel bir eğitim kurumuna yeni başlamış, bir gün yoğun olarak görülen İngilizce derslerinden sonra, ev ödevi ile baş başa kalmış. Uzunca bir süre uğraştıktan sonra, anlayamadığı bir konu için koşularımızdan yardım istemeye gitmiş. Büyük bir hevesle kitabını ve kalemini yanına alarak kapılarına gittiğinde…
Dedim ya! Disiplinliler. Her şeyden öte planlı ve programlılar. Kardeşimin uğradığı an onların kitap okumak için ayırdıkları süreye denk gelince, Çinli kadın bizim ufaklığın sorusunu anlamaya çalışırken, içeriden seslenen kızının “Kitap okuma saati içerisindeyiz. Lütfen içeri gel ve devam et” lafı üzerine, kibarca kardeşimi geri çevirmiş.
Ne güzel şey! Planlı, gelenek ve göreneklerine bağlı, saygılı, programlı olmak. Ama küçük bir çocuğu geri çevirerek kırmak ne kadar doğru? O bu durumu anlayabilecek mi? Ki kırılmıştı. En azından belli etmemeye çalışsa da, üzülmüştü…Türk insanı yardım isteyen birini geri çevirir miydi?

26 Mart 2010 Cuma

No Signal!

“Oh I know I am on tonight my hips don't lie,
And I am starting to feel it's right
All the attraction, the tension
Don't you see baby, this is perfection” sözleri geçen o muhteşem şarkıyı çalarken radyo, direksiyonda ben, yan koltukta kız arkadaşım uzun zamandır tek bir insanın veya aracın geçmediği o ıssız yolda son sürat sürüyorum. Benzinimin azaldığını fark ederken, radyonun çekmediğini, güzel şarkıların yerine hışırtının bize eşlik ettiğini duyuyoruz. Farklı bir frekans arayıp, bulamadıktan sonra, cihazı kapatan sevgilim, çantasından Apple Iphone’u çıkarıyor, ekranda “No Signal” yazısını görüyor ve başlıyor kullandığı hattın markasına söylenmeye. Kısa bir aradan sonra bu uzun yol çekilmez diye çıkarıyoruz mp3 player, kulaklığın bir tarafı bende diğer tarafı onda, çalan güzel bir parça, bağırarak söyleyip, eşlik eden ve arabanın plastik bölmelerine vurup ritim tutan biz. Ve anında yolda, önümüzde bir şey fark edip direksiyonu kıran ve fren yapıp savrulan ben. O anda fırlıyorum arabadan ve yola o şeyin yanına gidiyorum. Hayretler içerisindeyim! Yolun ortasında kanlar içinde ezilmiş, ölmüş bir geyik. Kısa bir süre sonra kız arkadaşımın yanına, arabaya geçiyorum ve kontağı çeviriyorum. Ne mümkün araba çalışmıyor. Telefonumu çıkarıyorum, çekmiyor. Ne yapacağımızı düşünürken, başlıyoruz yürümeye. Yakınlarda bir yerlerde yardım sever insanlar bulmak zor olmasa gerek…
Yolda ne bir benzinci, ne de bir market görüyoruz. Epeyce yol aldıktan sonra yolun kenarındaki çayırlıkların ilerisinde ahşap eski bir ev görüyoruz. Yardım için oraya doğru yürüyoruz. Yaklaştığımızda sesleniyoruz, ama sesimizi duyup, karşılık veren yok. Dışarıdan pencereye baktığımızda evin perdelerinin eskidiğini ve sarardığını, tül olmayan camlardan eski mobilyaların üzerinin tozlandığını görüyoruz. Zil olmadığı için kapıya vurduğumda, geriye doğru açılıyor ve seslenerek içeri giriyoruz. Ne mümkün, kimseler yok. İçerisi boş. Aylardır uğranmadığı açıkça ortada. Girişten salona doğru gittiğimizde arkamızda kalan kapının sertçe kapandığını duyup irkiliyoruz. Koridorda bulunan bodrum katına giriş için çürük bir kapısı olan yere dikkatimizi veriyoruz. Aşağıdan tıkırtılar geldiğini duyuyor ve merak ediyoruz. Merdivenlerden inerken tavana asılı lambanın ipini çekerek açıyoruz. Birkaç kez yanıp söndükten sonra, içeriyi aydınlatıyor. Alt kata vardığımızda yerde yüzüstü yatan kanlar içerisinde bir kadın cesedi olduğunu görüyoruz. Kız arkadaşım haykırarak merdivenlerden yukarı doğru çıkıyor ve tabii bende peşinden koşuyorum. Yukarı vardığımızda koridordan koşarken ayağının altında kayan kilimden sebep düşüyor. Onu kaldırıyorum ve birlikte kapıyı açıp evden dışarı çıkıyoruz. Bir hışımla koşuyoruz yola.
İşte o anda uyanıyorum. Derin bir oh çektikten sonra bilgisayarın başına geçiyorum. Korku filmi izlemeyi seven ve bir çoğunu izlemiş olan ben; klişeleşmiş korku filmi olayları üzerine bu yazıyı yazıyorum. Hepsin de mi aynı şeyler olur? Araba ıssız bir yerde, ormanlık bir alanda, eski bir yolda bozulur, sürücü ve arkadaşları ellerinde harita olduğu halde kaybolur sonrasında olaylar gelişir, telefon çekmez yada bataryası biter. Karakterler kaçmak yerine hep olayın üstüne üstüne giderler. Mutlaka yolda ezilmiş bir geyik bulunur. Güney Kore filmlerinde yüzü ve suratı griye bulanmış, kollarını ters çevirip yürüyen bir çocuk mutlaka vardır. Genç karakterler hep bağımlılık yaratan maddeler kullanırlar, sürekli bulundukları yerdeki jeneratör bozulur, katil tabanca gibi kolay öldüren bir şey yerine keskin bir alet kullanır. Öldürülen kişilerin hesabı kapanmadığı için ruhları olay çözülene kadar geri dönüp, zararsız insanları rahatsız eder. Musluklar kendiliğinden açılır, eşyalar yer değiştirir, kapı sertçe kapanır. Aynanın buğusu sayesinde yazılan mutlaka bir mesaj vardır. asansör bozulur, ipi kopar veya tüm kat düğmeleri yanıp söner. Ölmeden önce kişiler, bilgi vermek veya yardım için duvara kanlarıyla yazı yazarlar…
Senaristleri daha yaratıcı fikirler bulmaları için düşünmeye davet ediyorum…

24 Mart 2010 Çarşamba

Falcı Solmazgül

Bütün gün çalışmanın verdiği yorgunlukla, hafta sonuna yetiştirmem gereken yazıyı bilgisayarıma aktardım. Yetmemiş olacak ki; süpermarkete gidip, boşalan buz dolabı için aylık yiyecek ihtiyacımı karşılayacak bir çok şey, boş digital versatile disc, bilgisayar dergileri, bir ton popcorn ve hoş bir gerilim filmi aldım. Eve doğru yürürken benden zengin olduklarını düşündüğüm kaldırım kenarına çömelmiş Shiva heykeli gibi oturmuş dilenciler, trafik işaretlerine yapıştırılmış iş ilanları, yayaya saygısı olmayan düt düt kornacı trafik şoförleri, sokaktaki merdiven basamaklarına atılmış renkli sakızlar, mağazaların müşteri çekmek için dışarı çıkartarak kaldırımları daralttıkları defolu ürünler, parazsızlıktan dem vurup mağaza mağaza gezip, ellerinde bir çok poşetle yürümekte zorlanıp, çarparak, söylenerek yürüyen bir yığın insan. Hepsi yorgunluğumun üzerine sinir enjekte etti. Eve geldiğimde derin bir oh çekerek, patlamış mısırları büyük bir kaseye boşalttım. Filmi taktım. Geçtim kanepeye, ayaklarımı uzattım. Başladım filmi izlemeye. Ortalarında en heyecanlı yerinde, iyi ki satın almış olduğumu düşünüyorum. Ta ki; çalan cep telefonumu açana kadar. Bir kız arkadaş buluşmak istediğini söylerken, aklımdan geçen bahaneleri sıralamadan… “Sakın bahane uydurma, geliyorsun. Uzun zamandır görüşmedik. Özledim seni” diyor. Ve Kadıköy’e çağırıyor beni. Ne yapayım? Kıramıyorum onu ve atlıyorum toplu taşıma aracına, buluşuyorum onunla.
Uzun zamandır hayatında biri yokmuşmuş, aşk hayatı yerlerdeymiş, sıkıntıdan ne yapacağını bilmiyormuşmuş… Bayağı boğdu beni. Sonra sokak sokak gezerken gördüğü bir kafeye elimden tutup içeri çekti. Personele seslendi “Bize iki Türk kahvesi!”
“Ne oluyor ya?” dememe kalmadan. Fal baktıracağını belirtmesin mi? Kafamdan aşağı kaynar sular döküldü. Duymuştum. Bazı kafeler de Türk kahvesi içenlere, özel istek üzerine, ücret karşılığında fal bakan kadınların olduğunu duymuştum, ama fala inanan zihniyetlerin silindiğine inanmıştım. Söylendim, yanlış yaptığını söyledim ama yinede dinlemedi beni. Boşa konuşmaktan nefret ediyorum.
Ne diyecekti ki falcı? “Senin kısmetin kapanmış ama üç aya kalmaz açılacak, kalbin çok temiz, yüreğin kabarmış, iyi bir gelecek seni bekliyor, iyi bir işin olacak paraya boğulacaksın, için sıkılmış, dert etme üç vakte kadar geçecek.. Bla Bla!...”
Kahve bitince başladı mı bu fal baktırmaya? Adının Solmazgül olduğunu düşündüğüm falcı buna sıraladı mı az önce dediğim lafları? Bizim salak kız ödedi mi buna oldukça para? Yetmedi bir de “Dediklerinin hepsi doğru. Nasıl da bildi, bak gördün mü” dedi mi bana şaşkınlıkla?
Yok ya! Bunlar bir rüya olmalı!

20 Mart 2010 Cumartesi

Nǐhǎo!


Bir cumartesi sabahı dışarıdayım. Masada taşınabilir bilgisayarım. Bir yandan mühim bir konuyu araştırıyorum, diğer yandan sıcacık karamelli macchiato ve atıştırmalık Singoalla frambuazlı bisküvi ile karnımı doyuruyorum. Telefonum çalıyor. Ve hep bir ağızdan arkadaşlarım buluşmak istediklerini söylüyorlar. Bende “Hadi, atlayın taksiye gelin.” diyorum.
Geziyoruz, alışveriş merkezlerini altını üstüne getiriyoruz. Ve sonunda yorgun düşüyoruz. Evimin oraya yaklaştığımızda yeni açılmış olan Sushico’yu görüyoruz ve arkadaşlardan biri hiç tatmadığımız bu yiyecekler için bir ilki gerçekleştirmemiz gerektiğini düşünerek bizi içeri itekliyor. Bir anda kendimizi masada menüden bir şeyler seçerken buluyoruz. Ben Maguro Roll, iki arkadaş Kani Roll, diğeri Çin böreği sipariş ediyor. Yiyeceklerimiz geldiğinde sushi sipariş eden biz, elimizde hashi başlıyoruz yemeye. Benim seçtiğim sushiden çok arkadaşımın aldığı Kani Roll hoşuma gitti. Damak tadımıza uygun düşmediği için biraz beğenerek ve bu son diyerek masadan kalkıyoruz.
İçimden çok kızdım. Karnımızı doyurabileceğimiz, sağlıklı beslenmek için belirlediğim birkaç yiyecek sipariş edebileceğim lokanta varken buraya neden gittik. Hayır bize göre güzel olabilir ama kesinlikle doyurucu değiller, sağlıklı mı? Orası tartışılır. Ama o fiyata karnımızı doyurabileceğimiz müthiş yiyecekler yapan bir yer biliyordum. Hala sinirliyim!...
Zài jiàn!

***

Çok sevdiğim blog yazarlarından biri, beni mimlemiş. Kim mi? Dalgaları Aşmak! (
http://dalgalariasmak.blogspot.com)
Mimin konusu; 2009 yılının neden iyi geçtiğine dair 5 madde… Aslında 2009’da her sene gibi benim için sıradan bir yıldı. Ve belki de güzel denecek kadar da iyi değildi. Ama muhteşem şeyler olmadı da değil!
Üniversiteden mezun olmam (Her ne kadar hala öğrenci olsam da…),
Uzun bir çalışmadan sonra güzel bir tatil geçirmem,
Uzun zamandır görüşmediğimiz, kızgın olduğum bir kız arkadaşımla barışıp, arkadaşlığımızın devam etmesi,
Yeni arkadaşlar edinmem,
Sevdiğim insanların yanımda olması.
Bende Papuç (
http://kararli.blogspot.com) ve Bidost’u (http://bidosttt.blogspot.com) mimliyorum. Eğer isterlerse onlarda 2009’un neden güzel geçtiğne dair 5 madde sıralayabilirler.

Not: Yukarıda bahsettiğim nedenden ötürü; hala kendi kendime eleştiriyorum, hala kızgınım!...

18 Mart 2010 Perşembe

İzleç, Uzakgör, Göreç, Bakaç: Kısaca Televizyon


Hayır! En son ne zaman oldu? Bilmiyorum? James Jargeson ve John Logie Baird’in icadıyla; o zamanki ilkel, günümüzde oldukça gelişen o kutunun tuşuna ne zaman bastım hatırlamıyorum? İzlemiyorum!
Bakalım hangi Situation Comedyler var, hangi dizilerde entrikalar dönüyor, hangisi güldürüyor, hangisi ağlatıyor. Hiç biri ya! Hiç biri ilgimi çekmiyor, hiç biri o anki durumumdan alıp beni senaryodaki olaylar silsilesine çekmiyor, kaptırmıyor…
Radyo Televizyon Üst Kurulunun filmlerde ve dizilerde arka planda görünen markaları sansürlemesi, reklamların 20 dakikada bir yayına sokulması koşuluyla, reklam getirisi adına uzayan dizilerden sebep kaliteli ve güzel yapımların ortaya çıkmaması, buna dayanarak oyunculukların ve konu işleyişinin sıfıra indirgenmesi. Senaristlerin ilginç konular üretememesi sebebiyle birbirinin kopyası olan diziler, yapım şirketiyle anlaşma dolayısıyla bir sezon daha uzayıp olaylara renk katmak için ister istemez yapılan, karakterlerin kişiliklerinin değişmesinden doğan inandırıcılığın azalması gibi nedenlerden ötürü televizyonu aylardır açmıyorum. Hayır! Hiç canım istemiyor.
Söylemek istediğim bir şey var! RTÜK yapımlarda yer alan reklamları sansürleyip çirkin görüntü oluşturacağına Esra Erol’da Evlen Benimle, Zuhal Topal’la İzdivaç, Songül Karlı ve Uğur Arslan’lı Su Gibi ve benzeri saçma salak, izleyiciye hiçbir şey vermeyen programları yayından kaldırsın.

17 Mart 2010 Çarşamba

OkuYorum


Onu seviyorum! Pazartesi, çarşamba ve cuma günleri Hürriyet Gazetesi’nin web sitesinde, köşesindeki, ona has; sıcacık, içten tüm yazılarını takip ediyorum. Olur ya! İnsanlık hali. Koşuşturmaca, acelecilik, vakit bulamamak gibi sebeplerden ötürü bazen kaçırıyorum. Hemen, arşive girip başlıkları tarayıp buluyorum.
Bir röportajda yedi yaşındayken kalbinin delik olduğunun anlaşıldığından söz etmişti ve sonra takılan kalp pilinden. Yazılarında bahsetmişti; Tekin Aral’ın kızı, Oğuz Aral’ın yeğeni olduğundan, yaşadığı sıkıntılardan, ölen köpeğinden, gözyaşlarından, panik ataklarından, Tüm içtenliğiyle anlattığı eğlenceli Avni ve Kadri maceralarından. Yazılarında; düşündürüyor, hissettiriyor… O Ayşe Aral!
Etrafta köşe yazarıyım diye geçinen hatır, gönül koyup, hiçbir bilgi birikimi olmadığı halde, okumadan, bilmeden, görmeden, anlamadan, cahil cesaretiyle kalemini savuran; ünlü birinin çekirdek ailesinden çıkan, her gece her gece eğlence mekanlarında boy gösterip kameralara göz kırpan karakterler var. Onların arasından sıyrılan yazarları okuyorum..

16 Mart 2010 Salı

Heceler Dağıldı, Harfler Karıştı, Kelimeler Öksüz Kaldı!


Yağmur yağmış. Çimler nemli. Bir tarafım denizle çevrili. Etraf sisli. Ayaklarım çıplak, yalınayak. Tüm soğukluğuyla, rüzgar yıkıcı. Pantolonun paçaları dize kadar çekili, üzerimde eskimiş t shirt. Duygular karışık, sinirler alışık…
Kızgın ama sakin. Hırslı, kolay pes eder. Bıkkın ama istekli, sıkkın yine istekli. Soğuk, yeniden içten. Samimi ama mesafeli. Agresif ve durgun. Harabe ama olsun. Yine, yeni, yeniden küllerinden doğar. Başlamış ama bitmiş…
Çocukluğumun oyunu, yine oynuyorum. Beklide onu arıyorum. Önüm, arkam, sağım, solum, saklanmayan sobeydi, hani? Saklambaç(tı). Elma dersem çık(tı), armut dersem çıkma(ydı). Elma! Tüm çocuk saflığıyla…
Yok! Etrafa bulanmış sislerin arkasında, belkide çok uzaklarda! Bulamadım, nerdesin? Yoksun!... Serotonin!

12 Mart 2010 Cuma

Genç Kız Avcısı: Evli Adamlar



Yer Kadıköy, balonun altında bir yandan çayımı içerken, bir yandan da kitabımı okuyordum. Onu beklerken. Üniversiteyi kazanıp o küçük şehre yerleştiğinden beri sadece anlık mesajlaşma programıyla görüşür olmuştuk ve sohbetlerimizin hepside havadan sudan olma, vakit öldürücü konulardı.
Şuan karşımda bir yandan kahve içerken bir yandan telefonla konuşuyor. Hattın ucundaki yurtta kaldığı dönemden, samimi olduğu bir arkadaşıymış. Kızın adı Damla. Görmeyeli çok değişmiş. Kilo almış, saçını turuncu ile sarı arası çirkin bir renge boyamış, burnunu yaptırmış ve eskisinden daha çok konuşur olmuş. Kulak kabarttığım kadarıyla zor durumda olan arkadaşına aşk hayatı hakkında yardımcı olmak için fikirlerini sunuyor. Aşka inanan biri olmadığımdan ötürü muhabbetlerini dinlerken epey bir sıkılıyorum. Hatta öyle bir an geliyor ki; bıkkınlığımı belli etmemek için yalancı ve ilgili bir tebessüm takınıyorum. Kısa bir müddet sonra arkadaşım, bana ayıp olmasın diye görüşmeyi kesiyor ve bana dönüp arkadaşının sorununu anlatıp konuya vakıf olmamı istiyor.
- “Serap çok iyi bir kız. Yurttan oda arkadaşım. Kendisi bir çıkmazın içinde. Uzun süre biriyle aşk yaşadı, olmadı, yürütemedi, ayrıldı. Şimdi de Facebook’tan bir erkek arkadaş buldu. Aynı mesleği yapıyorlar ama hiç yüz yüze gelmediler, farklı şehirde yaşıyorlar. Çocuk evlenme teklifi etmiş bizimkine ama bizimkinin aklı hala öncekinde.”
- “Facebook’tan sevgilimi olunur? Öncekinden hala hoşlanıyorsa…”
- “Onunla sonu olmadığından ayrıldı, çıkmaza girmişti.”
- “Nasıl yani?”
- “Yaşı oldukça büyüktü. Şöyle ki; babası yaşındaydı.”
- “Evlimiydi?”
- Evet. O yüzden çıkmaz ya!”
Şaşkınım. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Kızların kendilerini acınacak hale sokmalarına anlam veremiyorum. Ve devam ediyor anlatmaya:
- “ Görüşmeyeli nasılsın? Aslında bende bu duruma benzer şeyler yaşadım. O yüzden beni arayıp fikrimi soruyor. Onu anlıyorum ve onun için üzülüyorum.”
- “Nasıl yani? Sende mi?”
- “Şehir dışında okurken, aynı zamanda çalışmaya başladım. Mehmet kırklı yaşlara yakındı ve evliydi. Yurt hemen işyerimin üstündeydi ve onun yanında çalışınca ister istemez aşk başladı.
İçimden sövmek istiyorum, önce adamı, sonra bizim kızı ama meraklı bir surat ifadesiyle onu dinlemeye devam ediyorum. Hem bu konuda bilgi sahibi olup sizlerle paylaşmak için, hem de genç kızlar okuyup başına gelebilecekler açısından fikir yürütsün diye.
- “ Onunla el ele tutuşamıyorduk, sarılamıyordum. Ben onundum ama o benim değildi. Çıkıp ben sana, sen bana aitsin diyemiyor, insanlara bunu gösteremiyorduk.” Dedi ve ekledi “Daha sonra bunu yurttaki altı kıza anlattım, hepsi bana düşman oldular. Yedinci kız Serap hariç.”
- “Anlıyorum çok zor bir durum.” Dedim.
- “Hepsi bu kadarda değil. Burnumu yaptırdım, bu arada üniversiteye gittiğim şehirde, devlet hastanesinde. Mehmet’te oraya beni görmeye gelince, babamla tanıştı, patronum olarak. Ve bir gün olanlar oldu.”
- “Nasıl başlarsın böyle bir ilişkiye, yaşı senden çok büyük üstelik evli çocuğu da vardır?”
- “Çocuğu da var. Evet! Evliliğinin yürümediğini, kısa zamanda ayrılacağını ama öncelikle kızının sbs sınavına girmesini beklediğini söyledi. Depresyona girmesini ve moral çöküntüsü yaşamasını istemezmiş.”
Alaycı bir tavırla “Hım! Ne kadar da düşünceliymiş.” Dedim.
- “ Bir akşam işyerinde o ve ben oturuyoruz. İşler bitmiş. Birden içeriye karısı giriverdi. Mehmet’e dönerek ne yaptığını sanıyorsun sen? Bunu nasıl yaparsın? İkinizi görmüşler diye bağırmaya başladı. Ben şok oldum, dilim tutuldu, kalkıp çıkmaya yeltenirken, beni sandalyeye doğru hafifçe itti. Sen üniversiteye okumaya kalk gel, evli adamla fingirdeş dedi. Canımı sıkan; karısına karşı beni hiç korumaması oldu. Sonra tuvalete gittim, aynaya bakıyorum, ağlamak istiyorum ağlayamıyorum, dondum, şoktaydım. Kadın bana burada çalışamayacağımı artık beni görmek istemediğini söyledi. Ben de ona buna siz karışamazsınız. Bu kararı patronum Mehmet bey verebilir dedim. Ama ondan da hiç ses çıkmadı. Ve ayrılma aşamasına geldik. İstanbul’a geldiğimde ağladım, annem eve geldiğinde durumumu fark etti ve sorunumu anlatmam için yakın davrandı. Bende o kadar dolmuştum ki; anlattım. Sonra telefonumdan onu arayıp, beni bir daha aramamasını ve bu ilişkiyi bitirmemiz gerektiğini söyledi. Ve kızar diye düşündüğüm annem sadece beni ikaz etmekle yetindi… Sonra görüşmelerimiz seyrekleşti. Bir gün İstanbul’da iş görüşmesine gideceğim, akşama da üniversitenin bulunduğu şehre geçeceğim. Otobüs paramı Mehmet yollayacak. İş görüşmesini yaptım, mesaj bekliyorum ondan, yatırdım çek al demesini. Bekle bekle havada yağışlı. İşveren dışarısı yağışlı olduğu için içeride bekleyebileceğimi söyledi. Ama mesaj gelmedi. Bir daha da ne aradı, ne sordu. O gün durumumu anlayan yeni tanıştığım, patronum olacak bu adam bana yakın davrandı. Beni terminale bıraktı, otobüs paramı karşıladı ve lazım olur diye elime para sıkıştırmaya kalkıştı. Ama ben kabul etmedim. Sonra onunla görüşmeye başladık ve o evliydi. İstanbul’dayken görüşmelerimiz seyrekte olsa devam etti. Bir gün arkadaşıyla paylaştığı ikinci evine çağırdı beni. Ama fazla durmadı yoğun işi olduğunu bahane ederek çekti gitti ve beni arkadaşı Mahmut’a bıraktı. Mahmut sınav dönemim olduğu için derslerimle oldukça ilgilendi. Sorasın da onunla görüşmeye devam ettik. Mahmut evli olan bu arkadaşının karı kız olaylarını anlattı ve ondan uzak durmamı söyledi. Bir gün o işveren beni aradı ve arkadaşı Mahmut’un evli olduğunu söyledi…”
Kabalaşıp “Oha! Çüş!” dedim. Sıkıldım, bunaldım. İlişkilerinde mutlu olmayan, kadın dırdırından sıkılmış, sorumluluk almayan, gözü dışarıda olan evli erkeklerin çoğunun genç kız avcısı olduğunu anladım…

10 Mart 2010 Çarşamba

Error!


Büyük bir işe, projeye imza atmış gibi konuşup, magazin gündemi yaratıp, fos çıkan ünlüleri,
Günümüz kadın programlarını izleyip, olanları eleştirmek yerine, matahmış gibi sohbet konusuna çevirenleri,
İstanbul trafiğini, aceleciliğini, kirliliğini, çarpık kentleşmeyi,
Görmeden, duymadan, okumadan fikir sahibi olanları,
Alkolü hayatın sorunlarından kaçış olarak gören zihniyetleri,
Canlı müzik olmayan, dj kabini ve son ses ıttıs ıttıs müzik çalan barları,
Gazetenin, yeni aldığım kitabın, aylık dergimin benden önce açılıp okunmasını, karıştırılmasını, sayfalarının çevrilmesini,
Plan yapıktan sonra uymayanları,
Söz verip yerine getirmeyenleri,
Yeni yeni adet haline gelen; internet sitelerinde videoyu başlatınca, çalışan reklam bantlarını, sitelerde gezinirken çıkan pop up pencerelerini...

Sevmiyorum!


7 Mart 2010 Pazar

Türkiye’nin Oprah Winfrey’i Esra Ceyhan


Trt1 ekranlarında kadın kuşağında yayına giren Esra Ceyhan’la Hayat programının yayından kaldırıldığını hep birlikte öğrenmiştik. Esra Ceyhan’ın yapım şirketinde, bazı çalışanlar, kendisinden davacı olmuşlar.
Kadın programlarını eleştirdiğim yazımda; bir zamanlar Esra Ceyhan’ın kaynana Semra ve kocasını programına konuk ettiğini, onların ailevi problemlerini canlı yayına taşıdığını reyting için hoş olmayan görüntülerin yayınlandığını yazmıştım. Esra Ceyhan Sabah Gazetesine vermiş olduğu röportajda, reyting adına yaşanmış kötü anıların geçmişte kaldığını belirten cümleler kuruyor. Semra hanımla kaynanalık müessesini tartıştığımızı ve bu sorunun çözümü adına ilerleme kaydettiğimizi düşünüyor. Konuyla ilgili söyledikleri ise şöyle; “Semra hanımı konuk ettiğimizde de olayı uzmanlarla değerlendirmeye çalıştık. Bir kaynana niçin sivrilirdi? Neden bu hale geldi? Demek ki kaynanalık müessesinin Türkiye’de bu kadar konuşulmaya ihtiyacı varmış. Demek ki insanların muzdarip oldukları konu. İnsanlar böyle deşarj oldu.”
İlk olarak söylemek gerekirse; kaynana ve gelin sorunları birçok ailede halen devam etmekte. Soruna kökten bir çözüm bulunamadığına göre yapılan bu programın, insanlara pozitif, iyi anlamda hiçbir getirisi olmamış. Bu durumda yapılan programların, ve insanların deşarj olduğunu düşünmek abesle iştigal. Bu programları izlediğinde insanların deşarj olmadığı da bilinen bir gerçek. O zaman bu programın bir yararı olmuş mu? Olmamış!
Madem kaynanalık sorununu çözmekse amaç, neden o kişiye özel, başka ailevi sorunları, kocası, kızı, problemleri ekranlara taşındı? Reyting için!
Son olarak; Esra Ceyhan, Oprah Winfrey benzetmesi için “Doğru, başka biri var mı? Yok” diyor. Türkiye’nin Oprah Winfrey’i olma yolunda ilerlediğini düşünüyor kendisi! Bu konuda ne düşünüyorsunuz
?

6 Mart 2010 Cumartesi

Ex Aşktan Arkadaş, Ex Arkadaştan Aşk Olur Mu?


Bana olan duygularını yazarak açıklamak istemiş olacak ki; telefonumun ekranında büyük harflerle “senden hoşlanıyorum” yazıyor.
Kız arkadaşım ve dostlarımızla şehir dışında, Uludağ’da tatildeyiz. Kısa mesajı gören sevgilim çıldırmak üzereyken, arkadaşlarım onu sakinleştirmeye çalışıyorlar.
Mesajı atan kadın, bir arkadaşımın eski karısı. Zor zamanlarda yanında olduğum, kocası tarafından şiddete maruz kaldığı için manevi anlamda yardımcı olduğum, samimiyetine inandığım bu kadın, bana özel duygular mı besliyordu?
Arkadaşlarım sevgilimi dostça çekilen bir mesaj olduğuna ikna etmeye çalışırken, aksi düşünce içimi kemiriyordu. O anda kız arkadaşım düşünmek ve sinirinin yatışması için kayak yapmaya gittiğini belirterek bizden ayrıldı. Döndüğünde ise “Beni sevdiğini ama arkadaş olarak kalmak istediğini, bana olan tüm güveninin yıkıldığını” söyledi.
Bir düşün! Zor zamanlarında yanında olduğum, şiddete maruz kalmış, karmaşık duygular içine girmiş, hayalleri karamsarlık gölünde boğulmuş… Tek sığınağı benim.
Ama düşünemedim! Gösterdiğim yakınlığın bana özel bir sevgi olarak geri döneceğini, düşünemedim! Peki, suç benim miydi?

Not: Yaşanılanlar üç hafta öncedir!

5 Mart 2010 Cuma

Türk Televizyonlarında Ekran Kirliliği


Trt1 ekranlarında kadın kuşağında yayına giren Esra Ceyhan’la Hayat programı, yönetimin almış olduğu kararla yayından kaldırıldı. Yeni sezon döneminde Kanal D ekranlarından 40 bin Tl maaşla Trt’ye geçtiği iddiası ortaya çıkınca, meclis gündeminde bile konuşulmuştu.
Bir internet haber sitesinde karşılaştığım bu haber birçok izleyiciyi sevindirmiş olacak ki; okuyucu yorumları mutlu oldukları yönündeydi.
Daha öncede bahsettiğim “Türk televizyonlarında ekran kirliliği” temalı yazı konumda Esra Ceyhan’nında aralarında bulunduğu birçok ünlü ismin kalitesiz programlara imza attıklarını bildirmiştim. Kadınlarımız bu isimlerden sıkılmışlardı.
Haber umuyorum doğrudur. Ve televizyon ekranlarında kaliteli projelere imza atılır.

3 Mart 2010 Çarşamba

Şhht!



Ünlü bir internet sitesinde sanatçıların fobileri konulu bir yazı okudum. Ne kadar gerçek bilinmez ama bir kısmını oldukça komik buldum. Nicole Kidman kelebekten, Jennifer Love Hewitt karanlıktan korkarken, Uma Thurman’nın klostrofobisi varmış. Orlando Bloom domuzlardan, ünlü rapçi Eminem baykuşlardan, Carmen Electra denizden, Pamela Anderson gizemli olduğu gerekçesiyle aynalardan, Sarah Michelle Gellar ölümden, Madonna gök gürültüsünden, Johnny Depp palyaçolardan, Jennifer Aniston ve geçtiğimiz sene vefat eden ünlü şarkıcı Michael Jackson uçaktan korkan ünlülermiş.
Bu yazıyı okuduğumda, aklıma kardeşim geldi. Çünkü; o da Johnny Depp gibi palyaçoları sevmez. Aslında bu küçükken yaşadığı bir travmayla ilgili. Evet! Bir gün o küçükken, babam onu alıp tiyatroya gidiyor ve sahnedeki palyaço ona limon fırlatıyor. Bu durumda onu etkiliyor.
Tamam bir kısım şeylere fobimiz olabilir. Ama bunu dile getirmek ne kadar doğru? Dost var, düşman var değil mi? Birde korkularının esiri olanlar var ki; onlara hiç değinmiyorum!

1 Mart 2010 Pazartesi

Kişiliğinizi Tanıyın


Onunla birkaç sene önce bir kitapevinde karşılaştım. Jonathan Knowles’ın yaptığı, turuncu fonun ortasındaki beş parmak el izi şeklinde kapak illüstrasyonu ve kitabın adı ilgimi çekmişti. Kişisel gelişim kitapları rafından elime aldım ve şöyle bir göz gezdirdim. Sonra mı? Satın aldım. Okudum da. Bittikten sonrada kütüphanemde, okunmuş kitaplar bölümünde yerini aldı. Geçtiğimiz günlerde evde okumadığım kitabın kalmadığını fark ettim. Hem unuttuklarımı hatırlamak, hem de birkaç yıl sonra bende ne gibi bir değişim olmuş, görmek için kitabı tekrar elime aldım.
Florence Littauer’in “Kişiliğinizi Tanıyın” (Personality Puls) kitabından söz ediyorum. Cana yakın, konuşkan, esprili, neşeli, coşkulu, meraklı, çocuk ruhlu bir popüler optimist miydim? Derin düşünceli, ciddi, yetenekli, yaratıcı, dürüst, bir melankolik mi? Yoksa lider, dinamik ve aktif bir güçlü klorik mi? Yada baskın olmayan, durgun, bilinçli, sempatik bir barışçıl soğukkanlı karakterde miydim? Hangisi?
Kitapta, yazarın “After Every Wedding Comes A Marriage” eserinden kişilik profil testi var. Ve çözdüğünüzde kişilik puan cetvelinden hangisi olduğunuzu öğreniyorsunuz. Kitabın ilerleyen sayfalarında zayıf ve güçlü yönlerinizin farkına varıyor, zayıflıklarınızın üstesinden gelmenin yolunu öğreniyorsunuz. Sistem yayıncılıktan çıkan bu kitabı mutlaka okumanızı öneriyorum.Şimdi gelelim asıl konumuza; kitap öneriyorum, öneriyorum da, kime öneriyorum? Ülkedeki okur sayısı belli, kitap satışları belli. İnsanımız okumayı değil, izlemeyi sever. Bakınız: Aşk-ı Memnu, Yaprak Dökümü. Okumak onlara zor gelir, izlerler; Dest-i İzdivacı, Su Gibiyi.