30 Mayıs 2010 Pazar

Alışverişte Kendini Kaybeden Kadın (Version 3.0)


Friksiyonel işsizlik çekeni, kriz nedeniyle çıkarılanı, üniversite mezunu olup insan kaynaklarında kendini beğendiremeyeni…
Liste böyle uzayıp gider. Gider de bunlar varken neden üç beş ucuz parçadan bir şey olmaz yanılgısına düşüp, günü gelince bilmem kaç haneli faturaları saklayanlar? Önce şaşıran, sonra alacağı tepkiden çekinenler. O an bunalan, haftalar silinince kendini yeni small bedenlere sığdırmaya çalışan minik zihniyete sahipimsiler.
Sıkıntı bitmez, dert bitmez. Mutluluğu download etme yolumudur, paraları kuruşa indirgeme hali? Gardrobu yenilemek midir, sil baştan hayatı refresh yapma sebebi?

27 Mayıs 2010 Perşembe

Alışverişte Kendini Kaybeden Kadın (Version 2.0)


Onlar prova kabinlerinde ayna karşısında yüzlerini ekşittiklerinde hedef alanlarını belirler, sonrasında rafları bir zırhmışçasına kullanırlar. Değerli cephaneleri; ayakkabılardır, çantalardır, elbiselerdir. Savaşırcasına. Savaşçıymışçasına. Yanındakileri unuturlar. Eşi, sevgiliyi, arkadaşı, çocuğu. Yapay bir köleymişçesine…
Hurra saldırırlar olasılığı yüksek olanları denemeye, sonrasında düşünmeye, uygunluğuna karar vermeye ve nihayetinde almaya.
Sokakta, işte, her yerde. Arkadaşta, dostta, haz duyulmayanda. Birinin üzerinde gördükleri hoşlarına gitsin, aşındırırlar o markanın mağazasını çok rağbet gören modeli almak için. Eksik kalmamak adına…
Marka hastalığı! Belirtileri; gösteriş ve hava atma bozukluğu. Bunda da var desinlerci ekolü öncüsü olma yaklaşımı…
Unuturlar biriken faturaları, eksilen paraları…

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Alışverişte Kendini Kaybeden Kadın (Version 1.0)


Ayakkabılar, çantalar, son moda elbiseler. Hepsi; güzel ışıklandırmaların yapılıp, boy aynasıyla tamamlandığı mağazalarda sahiplerini bekliyor.
Manken üzerinde duran elbise veya katalogdaki şahane kıza yakışan giysi onları yanıltıyor ve darbe başlatıyorlar mağazanın düzenine…
Eşiymiş, sevgilisiymiş, arkadaşıymış, çocuğuymuş. Hiç! Unutuyorlar yanındakileri, vuruyorlar kendilerini prova kabinlerine…
Sözde para yok, kriz var. Niye o zaman kasalarda oluşan uzun kuyruklar? Neden o zaman ay sonunda ödenecek faturalar yığını?
Bekleyeni çileden çıkaran anlar. Yok bunun başka rengi varmıymış, yok şunda güzel durmuş onda niye durmamışmış, yok askıda muhteşem üzerinde kötü durmuşmuş, yok bedenine küçük gelmişmiş acaba kilomu almışmış. Mışmışta mışmış…
Hele ki; ucuzluk yada sezon sonu indirimi olmasın! Çiledir, derttir…

21 Mayıs 2010 Cuma

Yasak Aşkın Dışında Kalan Kadın(ın Trial Sürümü)


Yasak aşk dedikleri; üç kuruş etmeyen insan için sevdiceğini unutup, sonbahar gelene kadar açmasını gör(e)memek olsa gerek…
Tıpkı cevabı olmayan bir denklem, bazen sonucunu şıklarda göremediğimiz yanlış soru gibi. A4’ü kaplayan çözümü olsa da, sonuca yer kalmayan gibi…
Eşlerden birinin, diğerini aldattığı diziler revaçta olunca, bunlara kitaplar, şarkılar ve eserler eklenince, haberlerde bile bu konu işlenince, Vtrler karı koca kavgalarını gösterince yasak aşk bir kardelen gibi gün yüzüne çıkar oldu.
Olmasın(dır). Ama olmuştur. Kimi zaman dostundur aldatıldığını öğrenen. Kimi zaman yakınındır bavulunu alıp, çekip gelen…
Gün batımına kadar eşini takip edenler var!
Eşinde olsa, umursanmıyorsan halen peşinde koşmak niye? Bekle bakalım zaman ne gösterecek? Aldatılıyor musun? Aldatılmıyor musun? Nerede gururun? Nerede huzurun?
Bir de; satsan bir kuruş etmeyen şahıs için eşini aldatan, sevgi denilen o şeyin arkasına sığınıp boşanmak yerine aşk üçgeni oluşturanları anlayamıyorum.
Ölü ama çalışır gibi görünen beyin hücrelerine sahip üçüncü kişinin mutlu bir yuvayı yıkacak kadar kötü olmasını da adlandıramıyorum!

18 Mayıs 2010 Salı

Deliler Koğuşundan Çıkış!


“Deliler Koğuşunda Bir Kleptoman!” başlıklı yazımda; arkadaşımın kleptomani hastası olan annesinin bir çok kere çalma davranışında bulunurken yakalandığından, dava edildiğinden, karakola düşmesinden ve nihayetinde akıl hastanesinde yatmasından söz etmiştim.
“Deliler Koğuşu!” başlıklı yazımda ise; koğuşundaki ve hastanedeki hastaların ilginç yanlarından, hastanenin işleyişinden bana anlatıldığı kadarıyla söz etmiştim.
“Kleptoman & Olasılıklar” Bundaysa; arkadaşımın annesinin çalıntı olan ürünleri uygun fiyata alıp, satışını gerçekleştirdiğine değinmiştim.
O ruh ve sinir hastalıkları hastanesinden çıktı. Artık kızıyla birlikte. Bir “Geçmiş olsun” demek gerekti değil mi? Bende öyle yaptım. Açtım telefonu, aradım arkadaşımı, aldım adresini, gittim evlerine.
Annesine; onun durumundan haberdar değilmiş gibi davranmam gerekliydi. Nörolojik nedenlerden ötürü baş dönmesi ve bayılma yaşadığını öğrenmişcesine konuya girdim.
Öğrenmek istedim. Neler olmuş? Ne çileler çekilmiş? Durumları nasıl? Neden oradalar? Hepsinin yaşanmışlıkları, öyküleri, izleri, sıkıntıları başka…
Üç hastadan söz etti. Size bana anlatıldığı kadarıyla söz etmek istiyorum:
Kadın hasta. O bir anne. Down sendromlu çocuğu var. Yıllardır bakıyor ve seviyor. Nasıl oldu bilinmez? Bir gün çocuğunun ayağının altına şişi sokmuş, üstünden çıkana kadar geçirmiş. Şöyle demiş: “Onu çok seviyorum”
Bir başka hasta. O da kadın. Kardeşlerinin bir kısmı Amerika’da yaşıyormuş. Amerikalılardan haz etmiyormuş. Hikaye böyle ya! Bir gün yan daireye Amerikalı yada Amerika’dan gelmiş bir Türk taşınmış. E haliyle yeni evi onarmak gerek. Tadilat çalışmaları yapıyormuş. Kadın da şöyle bir düşünce oluşmaya başlamış: “Matkapla duvarını, duvarıma kadar deliyor. Deliklerden içeri gaz verip beni öldürecek.” Kardeşlerine söz etmiş. Polisi aramış, şikayette bulunmuş. Ve savcılığa kadar gitmiş bu olay. Komşu şikayet etmiş, o şikayet etmiş. Sorunlar gittikçe büyümeye başlamış aralarında. Kardeşleri hastaneye yatması gerektiğini düşünmüş. Kadın şimdi onlardan korkuyormuş. Mal varlığını ellerine geçireceklerini düşünüyormuş. Bana bir şey imzalattılar demiş. Sonuç mu? O hastanede.
Bir başka hasta. Kısa bir süredir arkadaşımın annesiyle aynı koğuştalarmış. Öğretmenmiş. Kimseyle konuşmuyormuş. Ta ki; arkadaşımın annesinin diğerlerine göre daha normal ve konuşkan olduğunu görene kadar. Anlattığına göre; şikayet edilmiş. Kaymakamlıkta onu rapor için yollamış. Sonuç olarak birkaç gün yatması gerekmiş.
Geçmişte yaşanılan, iz bırakan olaylar. Kim verdiyse bu zararı? Onların orada olmasının nedenidir. Yazıklar olsun!

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Tribal Enfeksiyonlu Kız Modeli


Kimi sorarsın cevap vermez, kimi anlamsız sözlerle geçiştirir. Kiminin töresi bellidir, kiminin gömülmüş derindedir…
Başkasına sinirlenir, sana tavır yapar. Nedenini sorarsın, geçiştirir. Yada bir şey söylemişsindir, farklı bir anlam çıkarmıştır. “Sorun ne?” dersin. Denklemi çözmeni bekler.
Sıkılırsın farkında değilmiş gibi davranmaya başlarsın. İlgisizliği ister görünüp, ilgi olunca beklediği; yığar tüm öfkesini anlam veremeden üzerine…
Tavırlar dizisi, entrikalı sahneleri çağrıştırır. İzlersin önceki bölümü. Var mıdır bir entrika? Yoktur! Peki öyleyse; problem nedir? Çöz çözebilirsen?
“Başa baş noktasındasındır” ama sorun varmış gibidir. Nasıl olur(dur)?
Bitsin(dir). Bitmez. En fazla sezon finali verir. Ta ki; yeni bir trip nedeni çıkana kadar.

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Kafasını Tahtaya Vurup, Yerde Tekmeledi!


Türkiye’nin en iyi gazetelerinden biri olan Milliyet’in internet sitesi milliyet.com.tr de okudum haberi…
Bir çok haber portalında da yer aldığını gördüm.
Kalem tutan küçük eller! Bozulan psikolojiler!

Bursa'da ‘dayakçı öğretmen’ açığa alındı
Çocukların evde koltukları kesmesi ‘öğretmen dayağını’ ortaya çıkardı
BURSA’da ihsan Dikmen İlköğretim Okulu’na giden 4-C sınıfı öğrencilerinden bazılarırnın evde agresif davranışlarda bulunup, bıçakla koltukları kesmesi, perdeleri yırtması, öğretmen dayağını ortaya çıkardı. Bazı öğrencilerin vücutlarında doktor raporu ile dayak izlerinin belirlenmesi üzerine sınıf öğretmeni 40 yaşındaki Fatma Taş açığa alınarak, hakkında soruşturma başlatıldı.
Merkez Yıldırım İlçesi Namazgah Mahallesi’nde bulunan İhsan Dikmen İlköğretim Okulu 4-C sınıfı öğrencilerinden 11 yaşındaki Gülselcan Çoşkun, Berke Apaydın, Ecem Turan, Can Turan, Talha Yağız ve Emre Can Ozan'ın, son bir haftadır evlerinde agresif tavırları ve ellerine geçirdikleri bıçak ile koltuklara ve eşyalara zarar vermesi ailelerinin dikkatini çekti.Geçen hafta çocuklarını okula getiren veliler kendi aralarında yaptıkları konuşmada sorunun ortak olduğunu belirleyince okul çıkışı konuştukları çocuklarından öğretmenleri Fatma Taş’tan dayak yediklerini öğrendi.
KAFASINI TAHTAYA VURUP, YERDE TEKMELEMİŞ
Aileleri tarafından hastaneye getirilen çocukların vücutlarında darp izleri bulundu. Kafasındaki şişlik nedeniyle oğlu Berke Apaydın'ın devlet hastanesinde olası beyin kanamasına karşı bir gün süreyle müşahede altında tutulduğunu açıklayan anne Belgin Apaydın şunları söyledi:“Oğlumun başında ve burnunda yaraları görünce kendisine ne olduğunu sordum. Önce, ‘top oynarken düştüğüm için oldu’ dedi. Hastaneye getirdik doktorlar beyin kanaması şüphesiyle kendisini bir gün süreyle müşahede altında tuttu. Olay ortaya çıkınca Berke bu kez bana gerçeği söyleyip, derste kalemini açmak için ayağa kalktığında öğretmeninin kafasını tahtaya vurduğunu, yere yatırıp tekme attığını söyledi. Berke’nin evdeki eşyalara diğer arkadaşları gibi zarar vermesinin nedeni de buna bağlıyoruz.”Çocuğunun öğretmen korkusu yüzünden okula gitmek istemediğini, devamsızlıkların okuldan atılma aşamasına geldiğini söyleyen Belgin Apaydın, öğretmen Fatma Taş'tan şikayetçi olduklarını söyledi..
ÖĞRETMEN AÇIĞA ALINDI
Dayak attığı öne sürülen öğretmen Fatma Taş hakkında şikayet üzerine Milli Eğitim Müdürlüğü soruşturma başlattı. Dün gazetecilerin okula gitmesi üzerine de Taş açığa alındı. İhsan Dikmen İlköğretim Okulu yöneticileri, devlet memuru olduklarını gerekçe göstererek konuyla ilgili konuşmak istemediklerini fakat soruşturmanın sürdürüldüğünü söyledi.Bu arada, velilerin şikayeti üzerine Bursa Emniyet Müdürlüğü Çocuk Şubesi de, psikologu kontrolünde dayak yediği öne sürülen öğrencilerin ifadelerini aldı.

Yazıklar olsun! Yaptığı meslek öğretmenlikmiş. Ama kesinlikle kendisi öğretmen olamamış. Olmamış…
Geriye kalan; çocukların bozulan psikolojileri, hayal kırıkları, yüreklerindeki izler…

9 Mayıs 2010 Pazar

Kleptoman & Olasılıklar


“Deliler Koğuşunda Bir Kleptoman!” ve “Deliler Koğuşu!” başlıklı yazılarımda; bir arkadaşım ve kleptomani hastası olan annesinin yaşadıklarını aktarmıştım…
Kleptomanların maddi çıkarları yada ihtiyaçları olduğu için değil, bu davranışı gerçekleştirmeden önce yaşadıkları gerilimi ve yaptıktan sonra rahatladıklarını dile getirmiştim.
Arkadaşımdan yeni bir sms aldım. Bunaldığını ve buluşmak istediğini yazmıştı. “Tamam” dedim. Saat ve mekanı yazdım gönderdim.
Oraya vardığımda çoktan gelmişti. Belli ki; annesinin birçok mağazada çalma davranışını gerçekleştirirken yakalanıp ayrı ayrı dava edilmesini, sonrasında ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde yatmasının verdiği üzüntü düşüncelere daldırmıştı.
Annesinin bir ev hanımı olduğu için eve gelen ürünleri nasıl alabildiğini anlayamamış olmasından bahsetti yine. Tekrar tekrar…
Sonra; kadının satmak için aldığı ürünlerden konuştu. Birçok giyim eşyası ve nevresim takımları. Bunları büyük bir poşete koyar kadın günlerinde satar, komşularına pazarlarmış. İsmini duyurduktan sonrada evine çağırırmış yeni gelen ürünleri görsünler, alsınlar diye.
Bir gün kadın; akrabalarından birinin düzenlediği güne gitmiş. Durur mu? Ürünlerini satmak istemiş. Onları ortaya yayınca, odadaki kadınlardan biri atılmış: “Bu ürünü eşim üretti. Sizde nasıl olur? Satışını yapıyorlar…” diye. Eşini çağırmış ürünü göstermiş. Bir kargaşadır yaşanmış. Ama bu konu; komşularının akrabası olduğu için orada kapanmış.
Arkadaşım annesinin bir çeteden yardım aldığını, polisin bir müddet onları gözleyip yakaladığını düşünüyor. Ona göre; bu çete depo sorumlularıyla anlaşıyor, ürünlere o yolla sahip olup satmak isteyenlere makul bir fiyata satıyormuş. Annesi de ürünleri onlardan alıyormuş. Ama arkadaşım birçok şeyden habersiz olasılıklar üzerine konuşuyor.
Başkasının emek verip, zaman ve para harcayıp ürettiğini, nasıl bir vicdanla yok ediyorlar? Anlamak mümkün değil!

6 Mayıs 2010 Perşembe

Bozuk Sinematograf


Gökyüzü ağlamaklı, güneş hislenip gömülünce bulutların arkasına, rüzgar tizden çalınca “ğuu” diye, çıkmak istemez ki bazen birileri dışarı havanın verdiği ruh etkisiyle…
Açar bestseller kitabı, başlar okumaya. Çalar en sevdiği parçayı, yüreğine işliyorsa. Takar yeni aldığı filmi, atlar maceradan maceraya…
Alıp götürmez mi uzaklara? Bilmediğin, görmediğin; olaylara, yerlere, diyarlara…
Böyle olmaz mı çoğu zaman? Bazen yaşarsın sevinçle, bazen patlarsın sıkıntıdan.
Bazen olur. Bir anda tadına varırsın filmin. İkincisi çekileceği haberini duyunca sevinirsin. Beklersin merakla. İzlediğinde görürsün, ilkinin verdiği etki toz bulutu, hislerin kalıntılarında…
Seri olarak çekilen filmler; hiç kuşkusuz ses getirenler. Merakla bekleriz, heyecan duyarız. Ama ilkinin devamı şeklinde çekilince yapıt, bir dizi gibi sıradanlaşır. Etkisi buharlaşır…

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Fa Diyez ♫ Si Bemol!


Hiçbir duygu vermeyen sıradan sözler, birbirinin benzeri pop müzik şarkıları…

Böyle miydi eskiden? Hayır! Eski şarkıların yeri hep ayrı değil midir?

Sizde müzik sektöründe müzikalite açısından gerileme yaşandığını düşünenlerden misiniz? Sektör demek için daha erken aslında. Çünkü; halen korsanın yanı sıra bir sürü sorunla savaşıyor bu piyasa. Sorunlar yok edilemediğine göre dayanışma pek kuvvetli değil demektir. Yanlış mı düşünüyorum?

Şarkılar! Bu dönem niye böyle sessiz? O kadar melodik ve bir o kadar ritmikler ki oysa…

Sebebi nedir?

  1. Hep isim yapmış bestecilerden şarkı alımının yapılması,
  2. Sesi olmayan, baştan sona detone şarkıcılar,
  3. Müzikten, projelerden, sanattan çok yaratılan sansasyonların ön plana geçmesi olabilir mi?