30 Eylül 2011 Cuma

Le Gamin Au Vélo


"Hayata bir çocuğun gözlerinden bakabilmek!.." Onun yüreğiyle hissedebilmek ve onun gözlerinden görmek "istenilmemeyi!"

Bunu "çocukça bir düşünce" yada "bir ümit" diye adlandırabilirsin. Nasıl adlandırırsan adlandır. İstenmemeyi sebeplere bağlayan ve o sebeplerin ortadan kalkması için uğraşan bir çocuğu göreceksin...

Cyril... O bir iyimser! Babası tarafından yetimhaneye bırakılsa da, babasını seven, aklına geldikçe bisikletini almak bahanesiyle onu arayan ve ulaşamayan, yıkılmamaya çalışan yada yıkılmamış gibi yapan güçlü bir çocuk.

Ve Samantha... O bir kurtarıcı! Sen istersen "koruyucu anne" olarak isimlendir. Ama bu sıfat, yetersizliğiyle kalır...

Ve bir baba... Çocuğuna istemediğini açıkça söyleyebilen bir "baba"! Samantha'ya çocuğun gelmesinden rahatsız olduğunu ve gelmemesi gerektiğini Cyril'e anlatmasını isteyebilecek kadar güçsüz. Kadın ise; Cyril'e bunu söyleyecek gücü bulamayıp adama kendisinin söylemesi gerektiğini belirtecek ve bunu yaptırtacak kadar "doğru."

"Bisikletli Çocuk" mutlaka izlemeniz gereken bir Fransız filmi. Terk edilişleri yaşayan çocukları, bir çocuğun gözünden anlatıyor...

Bu sıkı bir film. Ama gerçek hayatta bunu yaşatan vicdansızlar olduğunu bilmek kötü. Çok kötü!...



29 Eylül 2011 Perşembe

Yokluğun Daim Mi Şimdi?


Loş bir kafenin küçük masalarından birine oturmuş kahvemi yudumlarken, günü geçmiş bir dergiyi okumaktan sıkılıp, sağ tarafımda bana uzakçana kalmış bir pencereden içeri vuran gün ışığının daha bir belirginleştirdiği uçuşan tozların düşüşünü izliyor ve düşünüyordum...

Masanın üzerinde porselen fincan tabağının altına iliştirilmiş bordo renkte bir peçete, zaten eski sayısı olan derginin son sayfalarından birinde yarısı çözülmüş olarak bırakılan bir bulmaca, esmer şekerlerin içiçe geçtiği kabın yanında epeydir dokunmadığım blackberryim ve mailboxıma düşen markaların gereksiz kampanya tanıtımları vardı ve ben sıkılıyordum.

Bir cevapsız çağrı aradı gözlerim. Sessizde olmadığını bildiğim halde, sessize aldığımı sanmışçasına tekrar tekrar tuşlara dokundum. Ne bir arama, ne de bir hatır soran kısa mesaj vardı. Hemen sonra "Unutuldum mu?" diye düşünüverdim. Onca gülüşme ve paylaşımlara, onca güzel anılara rağmen hiçbiri epeydir aramıyordu.

Peki niyeydi bu? Niye kesilmişti telefonlar. Şehir dışında geçirdiğim uzun bir tatilin bitiminde İstanbul'a döndüğümü bilmelerine rağmen niye yanımda değillerdi? Uzaklık mesafe olsa da dostluğun mesafesi olur muydu? Yokluğumda aklıma geldikçe hepsini aramıştım oysa ki. İstanbul'a dönüş yapacağım zamana yakın telefon edip buradan bir istekleri olup olmadığını da sormuştum. Bu sebeple kimse bana "Hayırsız" diyemez diye çıkışıp durdum içimden. Ve sonra yaklaşık iki aylık yokluğun, geçmişteki yaşanılanları silmesini komik olarak adlandırdım.

20 Eylül 2011 Salı

Seviyor musun? Sevmiyor musun?


Üzerinde koyu mavi desenleri ile dışarıdan gelen ışığın buluştuğu beyaz seramik kahve fincanından yukarı doğru dağılan duman, hemen hemen aynı renklerdeki fincan tabağına iliştirilmiş viskili çikolatayı nemlendirmişti. Bir el ötesinde bilgisayar ve ekranında yazılıp yazılıp silinen harfler, diğer yanda yazıya döküldükten sonra defalarca açılıp kapanan dosyadan akmış sayfa sayfa yazılar vardı...

Günlük güneşlik bir hava hakimdi dışarıda. Buna sevinen kuşların cıvıltısı, ferforje balkon korkuluklarına konan serçelerin oynaşması ve hemen aşağıdaki renk renk çiçeklerin sallantısı oldukça hoştu. Dünden kalmış, sonbahara inat bir gündü. Güzeldi! Hani güzeldi de...

Bir şeyler eksikti bu şehirde. Birkere huzur yoktu. Zaten saygı deforme olmuştu. Gerçeklik çok az gerçekçiydi. Hep kalabalık ve kargaşa hakim olduğundan o an yardıma ihtiyacı olan insanları farketmek imkansızdı. Sonra biri için gerçekleşen pozitif bir gelişmenin diğerleri için huzursuzluk olduğu olgunlaşmamış bireylerle dolu iş yaşamları vardı. Liste böyle uzar giderdi. Hele ki; uzun bir tatilin keyfini çıkarıp geri dönen biri için bu hiç bitmezdi. Ah İstanbul!

İstanbul kırılmazdı. Ben ona muhtaçtım, o da tüm kadınlığıyla beni sarmaya... Bu yüzden biraz da şımarıklığımı yansıtıyordum düşüncelerimde. "Mesala istediğin an koşup o tahta iskeleye gidememenin boşluğunu yaşadın mı hiç sen?" diye mırıldanabiliyordum en yakınlarıma. Yada "Motorlu bir tekne kiralayıp karşı kıyıdaki ağaçlıklara yalnız kafa dinlemeye gidebiliyor musun?" diye sorabiliyordum kısık sesle... Güzel bir şarkı açıp sahil boyunca bisiklet sürmenin, esnaftan alışveriş yapmanın, bahçeyle uğraşmanın, küçük bir kasabanın dar sokaklarında bağrışan küçük çocuklarla tek kale maç oynamanın, sahile inmenin, birgün sessizliği dinleyip, diğer gün canlı müzikle coşmanın keyfini alabilir miydin bu şehirden?

Sonra karar ver demiştim kendi kendime... Seviyor muydun bu şehri yoksa sevmiyor muydun?